Kimdir

Özel İnsanlar



Geri Dön

Bazı yazarlar yazılarına “son söyleyeceğimi ilk söyleyeyim” diyerek başlarlar. Bu yazıya aynı şeklide başlamayı planladım. Düşündüm, çok düşündüm son sözü bire indiremedim. Vazgeçtim. Plansız, kurgusuz içimden geldiği gibi yazmaya karar verdim.

2014 yılının Ağustos ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olanların söylemlerini medyadan izliyordum. Cumhurbaşkanı adaylarından Selahattin Demirtaş’ın bir söyleşisini gazetede okumuştum. Başından geçen bir olayı aktarıyordu. Gazetenin o kısmını parlak kalemlerle çizip yazıyı kesip kütüphaneme arşivledim. Duygulanmıştım. O duyguyu anlıyordum çünkü benzerlerini pek çok kez yaşıyordum. Şöyle anlatıyordu Sayın Demirtaş, “Kızımın kreşe gittiği dönemde bir gün almaya gittim. Baktım tüm çocuklara ayakkabılarını görevli personel giydiriyor. Ben o zaman DTP milletvekiliyim. Benim kızıma ayakkabılarını giydirmediler. Milletvekili olduğumdan dolayı bir ayrıcalık beklemedim elbette. Ancak kreşte bir tek benim kızımın ayakkabısını giydirmediler. Kızıma, 'her zaman sen mi giyiyorsun ayakkabılarını' dedim. 'Evet, baba' dedi. Yani zamanında ırkçılıkla çok karşılaştık".

Ayrımcı davranışlar her şekilde, her yönde, her seviyede ve her renkte insanın yüreğinde acı, sızı bırakıyor.

Yaşama, rahmetli annemin doğum zamanı yaklaştığı için anneannemin yanına yani memleketim Simav’a gitmesi ve bir ebenin yardımı ile ninemin evinde merhaba demişim. Anneannem ve dedem Kafkaslardan Osmanlıya göç eden son kafileden. Balkanlar üzerinden geldiklerini söylediler mi? ben mi bir şekilde okudum ya da öğrendim net hatırlamıyorum. Bölgenin önemli ailelerinden, çünkü dedem, Osmanlının son, Cumhuriyetin ilk yıllarında yetişen eczacılarındandı. Dedem Osmanlı zamanından eczacı uzun yıllar (benim çocukluğum dahil) doktorun, veterinerin bulunmadığı bu ilçede çevre köyler dahil eczacılık, doktorluk, veterinerlik yaptı. Ailenin ikinci çocuğuyum. Çocukluğumda eczanesine gidip onu laboratuvarda ilaç yaparken izlemek benim en keyif aldığım şeydi. Adımı, o bölgede sevilen kaymakam arkadaşından esinlenerek dedem koymuş. Yardım eden, yardımcı anlamına geliyor. İbrani’ce de ve Hindu’ca da kullanılan bir kelime.

Simav, Kütahya’nın şirin ilçesi. Kestanesi, kirazı, vişnesi, fasulyesi, Eynal Kaplıcası ile efeler, Çerkesler, Rumlar, Ermeniler diyarı kozmopolit ama birbirine çok sıcak, dayanışan halkların paylaşımın güçlü olduğu, “Yaren”ler diyarı. Yarenlik örgütü, Ahilik örgütüne benzer şekilde çalışan yapıda. Aralarındaki fark ahilik ticaret sahipleri, esnafların arasında dayanışmadır. Yaren, yöre erkeklerinden oluşan, insan yetiştirme; insanı hayata hazırlama; toplumsal düzeni ve güvenliği sağlama; halk müziği, halk mutfağı, halk tiyatrosu, halk edebiyatı gibi ulusal kültür değerlerini yaşatma ve yeni kuşaklara aktarma görevlerini yerine getiren bir toplumsal kurum. Simav, Çerkes Ethem’i uzun süre misafir eden kurtuluş savaşında da önemli yerlerden birisi.

Rahmetli babam Adana’da görev yaptığı için doğumdan bir iki ay sonra yanına gitmişiz. Yeni yürümeye başladığımda “16-18 aylık olmalıyım”, sevgili annem “paytak paytak yürümeye başlamıştın, ateşli bir hastalık ve uzun süren yatak dönemi sonrasında ayakların pelte gibi olmuştu, sanki hiç kemik yoktu” derdi. Amerikan yük gemileri ile geldiğini sandığım, Çocuk Felci(Polio) hastalığına yakalandığımda. Penisilin iğneleri, ilaçlar sonrasına ateş geçmiş ancak ayağa kalkamamışım. O yıllarda bölgede ben yaşlardaki çocuklarda oldukça yaygın bir hastalık olan çocuk felcine (Polio) yakalanmışım. İnatçı ve yüksek ateş ile yatak döşek yatıran bu hastalık, virüsün vücuda girmesi ve kuluçka süresinden sonra direkt omuriliğe yerleşmesi ile öldürebilen bir hastalık. Omurilikte sinirleri yiyen virüsler, hangi organa giden sinirleri harap ettiyse o organın felç olmasına neden oluyorlar. Babam, hemen kendisini Ankara’ya tayin ettirmiş. Hastane ile ev arasında umut dolu gidiş gelişler, umudu kamçılayan evlat sevgisi. Hiç bitmeyen, azalmayan sevgi ile beni yaşama kazandırma çabaları. Annem, her akşam hiç bıkmadan, hiç söylenmeden, hiç nefesi değişmeden salon halısının üstünde bir saat boyunca masaj yapar ayaklarıma hareketler yaptırırdı. Aklımın erdiği, hatırladığım yaşlarda diğer çocuklardan farklı olduğumu görüyor, koşamadığım, oyunlarına katılamadığımda üzülüyordum. Çocukluğum seke seke yürüyerek geçti. Topal, sakat en çok işittiğim alay sözcükleriydi. Bu farklılığın nedenini sormuştum anneme ve babama; hastalık geçirdiğimi büyüdüğümde daha iyi olacağını söylemişlerdi. O “daha iyi olacaksın” kelimeleri benim zihnime iyileşeceğim olarak kazılıyordu. “Büyüyünce ama kaç yaşında yani” diye sormuştum anneme. Biraz durgun, bana uzun gelen bir bekleyiş ve 15 yaşında kelimeleri döküldü ağzından. 15 yaşımda ha! Ne tükenmez yıllardı onlar ve bir türlü gelmiyordu onbeş yaş. Şimdi hay gelmeyesice dediğim yaş günümde sabah arabamızla Ankara’dan Simav’a yola çıkmıştık. Yolda yaş günümü hatırlatmıştım anneciğime. Aa! Sahi yaş günün, sana kocaman bir pasta alacağım, Afyon’dan demişti. Hay o gelmeyesice 15 yaş günümde biz Afyon’a bütün olarak ulaşamadık. Sırtımda ağır bir yük, başım dizlerimin arasında arabanın arka koltuğunda kesilmiş elektriklerin aniden gelmesi gibi kendime geldim. 4-5 kez nefes alamıyorum kalk’ diye bağırdım. Nihayet üstümdeki yük kalktı. O abimdi. Arabada ikimiz yalnızdık. Aşağı indim ama belimi doğrultamıyorum. İki büklüm yerde sürünerek annemin yanına gittim. Ağzından kulaklarından kan geliyordu. Afyon devlet hastanesinde tabanlarıma sürekli iğne batırıyor iğne ile çiziyorlar ve soruyorlardı hissediyor musun? Sabaha kadar bu devam etti. Sabah ambulansla Ankara’ya gönderildik. İyilik meleği orada vefat eden annemden sonra beni de pas geçmişti. Bel omurlarından ikisi L4 ve L5 birbirine geçmişti. İki dikdörtgen yerine iki eciş bücüş siluet görünüyordu filmde. Boynumdan iki dizime kadar alçıladılar beni. Filmlerde olur ya “karpuz kabuğu gibi” 3 ay yattım sırtüstü. Her şeyi yatakta yaparak 3 ay geçirdim. Sonra filmler çekildi. Alçıyı söküp beni kaldırmaya karar verdiler. Tansiyon sistemi bu pozisyona alışmış. Kol ile çevrilip dikilebilen bir yatakta tam dik duruma gelmem 4 saat sürdü. Yıllar sonra çektirdiğim filmlere bakan bir doktor, belinizdeki olay ne zaman oldu dedi. 1976 yılında oldu 4 ay kadar yattım dedim. Gülümsedi, şimdi olsaydı bir haftada ayağa kaldırırdık sizi dedi. Alçı sonrasında ölçülerim alındı bana boynumdan kalçama kadar kafes şeklinde çelik korse yapıldı. Bu yapım sırasında 1 ay kadar yine yattım. Korse hiç çıkmadan 6 ay kadar kaldı. Robot gibiydim. Boynumdan kalçama kadar omurlarım hiç bükülmüyordu. Ama okula başlayabilmiştim 2 ay gecikmeli de olsa. Evet, artık beklediğim 15 yaş yoktu ortada. Çocuk felci olduğumu öğrenmiş üstüne bel omurlarının travmasını da üstlenmiştim. Ülkemizin hiç bir bilgiyi aktarmayan, hastası ile konuşmayan konuşunca da Latince konuşup bilgilendirmeyen doktorları sayesinde, çocuk felcinin ne olduğunu neden olduğunu nasıl olduğunu uzun zaman öğrenemedim.(İnternetin olmadığı o dönemleri yaşayanlar beni anlayacaklardır) Neredeyse yolun yarısı yaşımda, ağabeyimin arkadaşı Kanadalı Profesör Doktor bana çocuk felcini (Polio) bir saat anlattı. Beni aydınlatan bilgilendiren o “insanı” o doktoru hiç unutmadım.

Lise yıllarında, İstanbul’da tanıdık ailelerle gittiğimiz piknikte. Benim hareketliliğimi izleyen Ramiz amca, babamın da duyacağı şekilde “sen şimdi çok hareketlisin çünkü çok zayıfsın, yaşlanınca işin çok zor olacak bir de kilo alırsan ki kilo kaçınılmaz olacaktır yürüyemez duruma gelirsin” dedi. Bu sözleri önce önemsemedim çünkü gençtim hareketliydim yiyordum kilo almıyordum. Kilo almamama neden olan şey diğer insanların 3-4 katı gayret sarf etmemdi. Kışın bile şakır şakır terlerdim. Biraz yürüyüp bir dükkana girdiğimde bani gören insanlar hemen dışarı bakarlardı. Yağmur mu yağıyor diye. Kış ortasında sırılsıklam bir insan başka ne düşündürür ki? Ramiz amcanın sözleri hep kulağımda kaldı. Evlendikten sonra kilo almaya başladım. Yaşım da 35’in üstüne çıkmıştı. Kilo almama seviniyordum. Taaa ki yürürken düşene kadar. İlk düşmelerimde toparlanma ve kalkmak kolay oluyordu. Bir gün bir otel tuvaletinde yerler ıslaktı ve bastonum kaydı düştüm. Toparlanıp kalkamadım. Dizim davul gibi şişti. Hastane.... doktor… çapraz bağları kopartmıştım. O günden sonra dizim düzen tutmadı. Her düşmem daha şiddetli oluyordu. Ayak bilekleri diz çapraz bağları koptu, incindi, şişti. 2006 yılında kayıp kaval kemiğimi(tibia) parçalı kırdım. Ameliyatla platin taktılar. Kemiklerim zayıf olduğu için kemik uzunluğunda, kemik genişliğinde bir demiri ameliyatla yerleştirdiler. Düşmelerim hep devam etti. Mart 2015’de düşüp diz kapağımı kırdım. Yine ameliyat göründü. Ortadan ikiye bölünen kemiği telle bağladılar.

Canım babacığım, benim diğer kardeşlerimden eksiksiz olmam için elinden genin fazlasını yapmaya çalışıyordu. Bense o yapılan protezler, ayakkabılar, fizik tedaviler, hastaneler ve doktorların maddi boyutunu 18 yaşımda evden ayrılıp kendi kazancımı elime aldığım gün fark edecektim. Babacığım ve annem o kadar özverili davrandılar bana. Bu sevgi ve özveri dolu ev ortamında yetişen kardeşlerim ile ben, sakatlığım konusunu, günlük yaşamımı rahatsız edecek şekilde hiç görmedik. Ev dışında günlük yaşam zordu ve insanların yaklaşımları acıtıcıydı. Çocukluğumda “sokak” kavramı her çocuk için ders çalışma ve okul dışında müthiş zaman geçirme, arkadaşlık ve dostluk demekti. Evet, top yani futbol oynayamıyordum. Kendime arkadaş olarak bulduğum gurubu şimdi düşünüyorum, oldukça kilolu olanlar, kızlar, çelimsizler ve ürkek olanlar.... Arkadaş grubum, ilerleyen yıllarda, felsefi, edebi söyleşi yani yine hareket gerektirmeyen gruplara dönüştü.

Futbol, koşmak, saklambaç, istop oynamak gibi pek çok oyundan ve okulda beden eğitimi dersinden muaf(dışarda) tutuluyordum. Okul servislerinin olmadığı, öğrencilerin okula yürüyerek gittiği yıllardı. Kış ayları çetin geçerdi. Kar kış boyunca yağar genellikle dizime kadar birikirdi. Kilom oldukça düşüktü. Kayar düşerim takılır düşerim pek bir şey olmazdı. Ortaokula gittiğim bir gün cadde boyu kaldırımda yürürken tanımadığım bir teyze yanıma yaklaştı ve bana “sen büyüyünce önemli insan olacaksın iyi bir işin olacak” dedi. Ben teyzeye gülümsedim ve teşekkür ettim. Teyze bu “terbiyeli” davranışımdan güç alarak sürdürdü. “Ben her gün seni buradan okula giderken görüyorum. Azimle ve hep güleç yüzünle okula gidiyorsun. Ayaklarının durumu seni etkilemiyor, sen başarılı olacak iyi okuyacaksın” dedi. İyi sözler söylediğini düşünerek çocuk utancı ile tekrar teşekkür ettim kendisine. Yaklaşık aynı yıl içinde bir hafta sonu abim ile aynı caddeden eve yürüyorduk. Ben yaşlarda iki çocuk bana “sakat, topal” diye nameli şeklide seslendiler. Abimin elini tutarak yürüyordum. Abim elimi aniden bıraktı ve çocukların arkasından koştu bir tanesinin poposuna tekme attı. Çocuk yere yüz üstü yapıştı. Çocuğun babası, apartman görevlisiymiş ve apartmana gelen kömürü taşıyormuş. Oğlunun yere düştüğünü görünce küreği havada sallayarak abimin üstüne koşmaya başladı. Kaçma sırası abimdeydi. Adam küreği öyle sallıyordu ki abimi yakalasa ölümcül yaralayabilirdi. Caddeden geçen bir taksi durdu. Ben yerimde donmuş hareketsiz olayı izliyordum. Taksicinin abimi arabaya alacağını düşünüp sevindim. Şoför camdan “koş, hızlı koş, öldürecek seni” diye bağırdı. Sonra abimle evde buluştuk. O yaşlarda “acıma” ve “alaycı” yaklaşımların hep peşimde olacağını, bunlarla elimden geldiğince mücadele edeceğimi tam olarak düşünmesem de iki davranışın da hoşuma gitmediğini beni mutsuz ettiğini hissetmiştim.

Ortaokulda aynı sınıfta Ahmet adında bir spastik arkadaşım vardı. Sınıfın en zeki ve çalışkanıydı. Daha doğrusu hiç çalışmazdı. Zekâsı, derste dinledikleriyle süper olmasına yetiyordu. Bir Karadenizlinin horon oynaması gibi yürüyordu. Yürürken iki eli aynı şekilde havaya kalkıyordu. Konuştuğunu öğretmenler dahil çok kimse anlamıyordu. Çok iyi anlaştığım arkadaşımdı. Her söylediğini hemen anlıyordum. Derste öğretmen bir soru sorduğunda ilk Ahmet’in eli havada olurdu. Onun sözlerini öğretmenlere tekrar ederdim. Ahmet’in bir tiki vardı, esprili bir söz duyduğunda ya da uzaktan gıdıklama hareketi yapıldığında parmakları ile burnunu sıkar gülerdi. Bu şekilde gülünce ağzından tükürükler saçılır ve kötü bir ses çıkarırdı. Sınıfta “çift dikiş” denilen sınıf tekrarı olan iki çocuk vardı. Ahmet’in bu zaafını keşfetmişler her derste öğretmenleri kızdırmak için kullanır olmuşlardı. Öğretmenler sınıfa baktıklarında ilk Ahmet’i gördükleri için, ona bağırırlardı. Ahmet kıpkırmızı olur, kızardı ama çocukların öğretmene fark ettirmeden tacizleri sürerdi. O çocuklara çok kızardım, içimden dövmek gelirdi ama hem benden yaş olarak büyüktüler hem vücut yapıları beni ufalayacak kadar iriydi. Sonraki yıllarda bu tür insanların farklı şekillerde ama aynı pis duygularla engelli insanları (beni de) taciz ettiklerini çok gördüm. Müzik öğretmenimiz, köy enstitüsü mezunu öykü ve roman yazarı Talip Apaydın’dı. En çok onun dersini böyle kaynatırlardı. Talip öğretmenim, tanıdığım en değerli, “insan”dı. Hiçbir zaman öfkesine yenilmezdi. Biz onun gözünde çocuk değil “insan”dık. Hiçbir ayrım, ayrımcılık olmadan ilişki kurulabileceğini onda görmüştüm.

Liseye Ankara’da başlayıp Bolu’da ikinci sınıfın ilk yarısını bitirip İstanbul’da tamamladım. Yetmişli yılların sonuna gelinmişti. Ülkede sağ, sol olayları hareketleri en üst noktasındaydı. Ev ile okul arasında belediye otobüsü kullandığım yıllardı. Yine bir gün durakta otobüs beklerken silahlar patladı, duraktan okul yönüne bakarken sağ gözümün 1-2 cm yanından mermi cıvvv diyerek geçti. Merminin ılık rüzgarını ve sesini hissetmiştim. Ürperdiğimi hatırlıyorum. Edebiyat ve felsefeye düşkündüm. Sınıfın bulunduğu koridorda duvar gazetesi çıkarıyordum. Okulum sol görüş ağırlıklıydı. Kısa sürede sol fraksiyonların hedefi olmuştum. Duvar gazetesinde kendi propagandalarını yapmamı istiyorlardı. Bir gün okul çıkışı için merdivenlerden inerken bir çocuk önümü kesip elinde mermileri tek tek havaya atıp tutmuştu. İstanbul’da lise yaşamı düşünce yapıma çok şey katmıştı. Sınıfımda, İran dini devriminden kaçmış 2, Bulgarların, Türklere baskısından kaçmış 1 arkadaşım vardı. Yandaki sınıfta oldukça tanınan bir romancının oğlu arkadaşımdı. O daha sonra sol olaylardan tutuklanacak ve ailesi tarafından Almanya’ya gönderilecekti. Daha sonra Yeşiller partisinden milletvekili ve AB milletvekili olacaktı.

Lise yıllarında mücadelenin önemini ve insan yaşamındaki zorunluluğunu kavramaya başladım. Haksızlıklara karşı durmak yetmiyordu onlarla gereği gibi mücadele de etmek gerekiyordu. Yıllar sonra İnternet ortamında tanıştığım engelli insanlar ile derli toplu engelliler yasası çıkarılması için epey mücadele ettik. 2005 yılında çıkarılan yasanın işlemeyecek maddeleri haksızlıklara neden olan maddeleri için uzun mücadeleler verdik. Tam o sırada Devlet Bakanlığına bağlı Özürlüler İdaresi tüm engellilerin nüfus cüzdanlarına, “özürlü” ve özür oranını yazmak için yönetmeliğinde değişiklik yaptı. Verdiği özürlü kartını da içişleri bakanlığına devrediyordu. Haber internet grubunda yazılır yazılmaz büyük tepki oluştu. Ben dava açalım diye yazınca, beş arkadaş daha dava açılmasına katılacağını yazdı. Davayı, Ankara’da Danıştay’a tek tek yazdığımız dilekçeleri ve Avukat Senih Özay’a verdiğimiz vekaletleri vererek açtım. Senih davayı İzmir’den benim ona yazdıklarımla izliyor mevzuatla ilgili şeyler olduğunda yönlendiriyordu. Davanın birinci yılında yine internette, arkadaşım Sacit’in aracılığı ile Hukuk yüksek lisansını tamamlamış Selen Özel ile tanıştım. Davaya çok önemli katkıları oldu. İkinci yıl biterken duruşmaya davet ettiler. Tek başıma katıldım. Karşımda İçişleri, Devlet Bakanlığı ve Özürlüler İdaresi’nin Hukuk Müşavirleri vardı. 7 yargıçtan birinin karşı oy vermesine rağmen davayı kazandık. Engelliler dünyasında çok önemli ve günlerce tartışılan bir davaydı. Ayrıca yönetmelik ile kanun maddesinin değiştirilmeye çalışılmasını önlediğimiz devlet mevzuatı bakımından da önemli bir davaydı. Bu dava sürerken Erol arkadaşımın açtığı engellilerin kullandığı otomobillerin plakalarında bulunan tekerlekli sandalye resmi şeklindeki engelli işaretinin kaldırılması davasının aynısını Ankara’da açtım. Nüfus Cüzdanı davası bittikten sonra bu dava için duruşmaya çağırdılar. O sırada düşüp ayağımı kırdım. Mahkemeye mazeret dilekçesi gönderdim. Avukatım Senih de davaya gelmedi. Mahkeme Avukatın mazereti yok katılabilirdi diye karar verdi. Davayı kaybettim. Üst mahkemeye itiraz ettim. Davayı orada da kaybettim. Davayı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürdüm. Davayı kazanacağım kesinleşince, İçişleri bakanlığı yönetmelik değişikliği yaparak plakalardan işareti kaldırdı.

Liseden hemen sonra eski adı AİTİA olan sonra Gazi Üniversitesine dönüşen üniversitenin Ekonomi Fakültesini kazanmıştım. Üniversite hayatım başladı. Tekrar Ankara’ya dönmüştüm. Yaşamımdaki en önemli dönemeç başlamıştı. İstanbul’dan ayrılırken baba evinden de çıkıyordum. 18 yaşıma girmiştim. Babam beni bir arkadaşı aracılığıyla Tarım ve Orman Bakanlığının Yenimahalle’deki bir biriminde işe yerleştirmişti. Gece bekçiliği yapıyordum. Daha sonra unvanım gece nöbetçi memuru olmuştu. Gündüzleri de okuluma gidiyordum. 15 yaşımda annemi kaybettikten sonra mutfak yönetimi, çamaşır, bulaşık, pazar alışverişi gibi konularda deneyim sahibi olduğum için zorlanmadım.

Ekonomik şartlar her zaman olduğu gibi ağırdı. Abim de çalışıp okuyordu. O da Ankara’daydı. Abim turizm rehberliği ile ilgileniyordu. Lisedeyken kafasına yurtdışına yerleşmeyi koymuştu. Onun yönlendirmesiyle gündüzleri bir turizm acentasında çalışmaya başlamıştım. İki işte çalışıyor iki maaş alıyordum. Kalacak yer konusunda epey zorluklar çekiyorduk. Misafirhanelerden, yurtlara, öğrenci evlerine taşınıp duruyorduk. Zorunlu kalacak yer aramaları, taşınmalar hep sınav dönemlerine denk gelirdi. Fakültenin son sınıfında o zamanki adı ile kompüter(computer) ile tanışmış müthiş merak salmıştım. Para biriktirip yine o zamanki teknolojinin bilgisayarını almıştım. Program yazmaya bayılıyordum. Programlama kitaplarını alıyor inanılmaz hızla öğreniyordum. Bilgisayar hızla günlük yaşama girmeye başlamıştı. ODTÜ’de derslere girmeye başladım. Dershanede çalışan bir arkadaşımın yardımları ile Milli Eğitim Bakanlığının açtığı bilgisayar öğretmenliği sınavına girdim belgemi aldım. Dershanede akşamları bilgisayar dersi vermeye başladım. Artık üç işim vardı. Ekonomi Fakültesinden mezun olmuştum. Bir taraftan açılan iş sınavlarına giriyor diğer yandan işlerim ve ODTÜ’de derslere devam ediyordum. Bir yıl kadar sonra Merkez Bankası’nın sınavlarını kazanıp işe başladım. Artık tek işim vardı. Bilgisayar öğretmenlik tecrübemi bankada da kullanma olanağı buldum, kurum içi bilgisayar eğitimleri düzenleyip öğretmenlik yaptım. Bu arada ODTÜ’de Veritabanları tasarım ve yönetimi üzerine lisansüstü eğitimi tamamladım.

Bankada, ekonomik erken uyarı göstergeleri projesinde çalıştım. Bu projeyle ilgili OECD Paris merkezinde çalıştım. Network sistemlerin kurulumu, istatistik veri tabanının kurulması ve geliştirilmesi, veri tabanı sözlüğü kurulması ve geliştirilmesi konularında çalıştım. 1986 yılında girdiğim kurumda çalışmaya devam ediyorum.

Engelli birey olmanın dezavantajlarından birisi de evliliktir. Feodal, eğitim seviyesi düşük, eğitim kalitesi düşük, özgür olmayan, demokrasisi gelişmemiş, dini değerleri öncelikli tutan toplumlarda, engelli çocuk ailenin en önemli sorunudur. Aile toplumun çekirdeğini oluşturduğuna göre toplum de sorundur ve bu sorunun çözümü yasal düzenlemeler ve yönetmeliklerle “geçiştirilmeye” çalışılır. Bu kargaşalık doğal olarak durumdan pay çıkaran fırsatçıları doğurur. Büyük ya da küçük her itekleme, öteleme, acıma, öte dünyaya yatırım için yardım etme vurguncu fırsatçılardan aşağı değildir. Sorun sürekli büyür. Engelli insanın eğitimi hiç, ekonomiye katkısı zaten düşünülmez. Sayıca çok az aile oldukça büyük uğraşılar fedakarlıklarla çocuklarını eğitim sistemi içinde tutarlar. Bu ailelerin çok büyük kısmı büyük şehirlerdedir. Oysa engelli insanı itekleyen aynı insanlar, görme engelli çocuğun sesini beğenip onu hafız olarak yetiştirmeye çalışırlar. İşitme engelli çocuğun gelişmiş diğer duyularından yararlanmaya çalışırlar. Ve evet engelli insanı mutlaka engelli bir insanla evlendirmeye çalışırlar. Ancak bu şekilde birbirlerini kabul edebilirler diye düşünürler. Karşılaşılan sorunların genel yapısı bu şekildedir. Temelinde “insan” vardır. Gelişmemiş “insan” sorunların büyümesine neden olmaktadır. Gelişmemiş “insan” dünyaya bencil ve ben merkezli bakmaktadır. Ben, ailem, annem babam ve kardeşlerim açısından oldukça şanslı azınlık tarafındaydım. Annemi çok erken kaybetmiştim. Babam evlenmem konusunda toplumun diğer büyüklerinden farklı davranmadı. Yaşım 30'u geçince “artık” ile başlayan cümleleri oldu. Ancak evlilik iki aileyi ilgilendiren büyüklerin olurunu ve onayını gerektiren durum olduğu için, olay hiç de istendiği gibi gelişmeyebiliyordu. Aile büyükleri duyduğu gördüğü anda tersine dönüyordu. Ben şanslımıydım? Bilmiyorum. 1997 yılında işyerimden Asuman ile severek yola çıktık. Onun ailesini ikna için büyük mücadele verdik. Sonunda birisinin sessiz ""olur"" ve ""ben uzakta kalırım" kararı ile mücadeleyi kazandık. 97 yılında nişanladık birkaç ay sonra babam kolon kanserine yenik düşüp vefat etti. 1998 yılı sonunda da evlendik. Birkaç düşükten sonra 2005 yılında Çiğdem Deren isminde kızımız oldu.

Klasikleşmiş sözdür “Yaşam devam ediyor”. Her insanın hayat yürüyüşünde arada bir durup, aynaya bakıp... ben insanlık için ne yaptım? yaptıklarımdan ne kadar insan yarar gördü? beni değil... o işi..... ortaya koyduğum emeği..... kaç kişi takdir etti? diye düşünmesi gerektiğine inanırım.


Geri Dön


İçeriğe geri dön | Ana menuya dön