Özel İnsanlar



Geri Dön

Kader’in Kapıyı Çalışı

Ortaokul birinci sınıftaydım.

Dersimiz Müzik.

Öğretmenimiz; insancıl, kültürlü, bilgili, dolu birisi.

Derse genellikle mandolini ile gelir. O gün de öyle yaptı.

”Çocuklar bu gün size bir öykü anlatacağım dedi. Fakir bir semtte bir apartman dairesinde iki çocuklu bir aile kirada oturuyorlarmış. Fakirlik bellerini bükmüş. Uzun süredir parasızlıktan kiralarını ödeyememişler.”

Mandolini aldı ve Beethoven’in beşinci senfonisine giriş yaptı.

“Akşam aniden kapıya vurulmaya başlamış. Ev halkı korku içinde kapıyı açıp açmamak arasında kalmışlar.”

Senfoni devam eder.

“Baba çaresiz kapıyı açmış.”

Senfoni devam eder.

“Karşısında ev sahibi vardır. Çaresizlik ve korku temiz duyguları sis gibi kaplamıştır. Ev sahibi acımasızdır.”

“Atacağım sizi evimden” der.

Bir süre daha çalıp, düşüncelerimizi ve yüreğimizi allak bullak bırakıp bitirdi. Sonra mandolin ile çaldığı parçanın Beethoven’in eseri olduğunu söyledi ve bir kez daha giriş bölümünü kesiksiz olarak çaldı. O yıllarda bu üstün yeteneğin farkında olmamız zordu. Yine de öğretmenimizde farklılık olduğunu düşünebiliyorduk. Öğretmenimiz Talip Apaydın’dı. Hasanoğlan Köy Enstitüsünden yetişmiş, çok yönlü insan, şair, roman ve öykü yazarı, eğitimciydi.

17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluş günüdür.

Uçurumun kenarından dönmüş ülke, perişandır. Nüfusun %85’i köy ve kasabalarda yaşamaktadır. Nüfusun %10’u “sadece” okuma yazma bilmektedir.

1920’li yılların dünya çapında eğitimcisi John Dewey’dir. Atatürk’ün bu şöhreti duyması, ilgilenmesi ile Türkiye’ye davet edilir. İtiraz etmez gelir, Anadolu’da bir tur yapar. Bir süre Ankara’da kalıp raporunu hazırlar.

Atatürk sorar;

“Muhterem hoca ne yapalım, işe nereden başlayalım?”

Der ki, birincisi;

“Durumu gördüm, tutar yeri yok, onun için, pratik çözüm gerekli, her iş yerinde bir okul, her okulda bir atölye açın” İkincisi;

“Osmanlının başlattığı maarif encümeni devam ettirin; karar yetkisi eğitim bakanına kalmasın; milli eğitim kurulu, talim terbiye kurulu bakanın altında değil, üzerinde olsun. Yani bakan değiştiği zaman politika değişmesin, bakan uygulanan politikayı devam ettirsin.”

Hasan Âli’nin Mustafa Kemal ile ilk kez karşılaşması 3 Şubat 1923 tarihinde İzmir’de olmuştur. Halkla yaptığı bir toplantıda, Mustafa Kemal ülkenin savaş sonrası durumunu anlatır ve insanların görüşlerini sorar. Hasan Âli bu toplantıda söz alarak, okulların yanında fosil haline gelmiş medreselerin daha yaşatılıp yaşatılmayacağını öğrenmek ister.

Mustafa Kemal, insanların bu gibi sorunlara değinmekten çekindiğinden ve Arapça öğrenmenin doğurduğu güçlüklerden söz ederek şöyle der:

“Milletimizin, memleketimizin eğitim yerleri bir olmalıdır. Bütün memleket evladı kadın ve erkek aynı suretle oradan çıkmalıdır. Fakat nasıl ki her konuda yüksek meslek sahibi ve uzman yetiştirmek gerekli ise, dinimizin gerçek felsefesini inceleme araştırma ve anlatma gücü ile din enstitüsüne ve bilimine emek verecek büyük bilginleri de yetiştirecek kurumlara sahip olmalıyız”.

Bu tarihten sonraki karşılaşmaları, 1930 yılında Mustafa Kemal’in bir yurt gezisinde olur. Bu gezide Türk Dil Kurumunun(Türk Dili Tetkik Cemiyeti) temel düşüncesi oluşur.

Gezi sonlarına doğru söyleşide Atatürk sorar:

“Türk Milleti, ne zaman kurtulmuş sayılabilir?”

Hasan Âli’nin yanıtı etkileyicidir;

“Paşam Türk Milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak hale gelirse, o zaman kurtulmuş olur.”

Genç Cumhuriyetin ilk ele aldığı sorunlardan birisi eğitimdir. Batı’dan yaklaşık 300 yıllık bir gecikme ile ülkemiz aydınlanma çağına adımını atmıştır.

Atatürk’ün öğretmenlere:

“Yeni kuşağı, Cumhuriyet’in özverili öğretmen ve eğitimcileri sizler yetiştireceksiniz. Yeni kuşak sizin eseriniz olacaktır. Cumhuriyet, düşünce bakımından, teknik bakımdan güçlü ve yüksek nitelikli koruyucular ister.” diye sesleneceği güne yıllar vardır. Öncelik halkın gönülden kabul edeceği etkin katılacağı eğitimcisini kendisinin yetiştireceği kurumları sıfırdan kurmaktır. Bu hareketle ülkemizde aydınlanma hareketi başlamıştır. Ancak ülkemiz koşullarından dolayı önemli fark yaşanmıştır. Batı’da, ilk başta felsefe hareketi, aydınlanma gereksinim ve bilinci insanlara işlenmiş, bilinçli toplumlar oluşmuştur. Bunun sonucu aşağıdan yukarıya hareketle aydınlanma çağına adım atılmıştır. Ülkemizde ise, bu yönde sistemli, bilinçli bir fikir akımı halk kitlelerine ulaşmamıştır. Halkın büyük çoğunluğu cahildir; aydınlanma gereksinimini duymak bir yana, aydınlanma değerlerinin farkında bile değildir. Bu nedenle Türk aydınlanması, halk kitlelerinin bir gereksinimi olarak ortaya çıkmamış; bir çekirdek kadronun yukarıdan aşağıya doğru hareketi ile oluşmuştur. Yani halka aydınlanma, üstten, iktidarda olanlar tarafından hediye edilmiştir. Bunun sonucu, devrimci kadrolar büyük sorunlar ile karşı karşıya kalmıştır. Eğitim siyaseti çok önemli bir sorun olarak Türk devriminin ilk yıllarında ortaya çıkmıştır. Devrimin lideri Atatürk de bunun farkındadır.

Aydınlanmanın temeli laikliktir. Çünkü laiklik kabul edilmedikçe, insanların dogmalardan kurtulmasına, aklı ön plana almasına olanak yoktur. Akıl ön plana alınmadıkça, akıl inanca üstün kılınmadıkça, tartışmaya incelemeye, araştırmaya, özgür düşünceye yer olmaz ve sonuç olarak da aydınlanmadan söz edilemez. İşte, Türk aydınlanmasını başlatan Atatürk devrimi de bu nedenle, laik bir düzeni kabul etmiştir. Bunun adının henüz konmadığı, tam bir açıklıkla ifade edilemediği ilk zamanlarda dahi yapılan her şey laik bir düzene yönelikti. Öğretim Birliği yasası da bu açıdan çok önemli bir nitelik taşıyor, daha önce Şeriat ve Vakıflar Bakanlığı’na bağlı tüm okulları milli eğitim Bakanlığı’na bağlayarak, dini temelden uzaklaştırıyordu. Okullarda mevcut olan din dersleri 1927 yılında zorunlu olmaktan çıkarıldı ve nihayet 1931 yılında önce ortaokullardan, daha sonra ilkokullardan tamamen kaldırıldı.

Eğitim sorununda çözüm çocukları eğitmekle bitmiyordu. Öncelikle eğitimci açığı büyüktü, sonra büyüklerin eğitimi de gerekli ve şarttı. Yani topyekûn eğitim seferberliği gerekiyordu. Atatürk şöyle ifade ediyordu:

“Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız. Çocuklar geleceğindir. Fakat geleceği yetiştirecek ana, babalar şimdiden az çok aydınlatılmalıdır. Ki yetiştirecekleri çocukları bu millet ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı ve faydalı olabilecek şekilde yetiştirebilsinler. Bilenler bilmeyenleri toplayıp okutmayı görev edinmelidirler.”

1928’de “Millet Mektepleri” açıldı. “1930’lu yıllarda Köy Eğitim Kursları, Halk Okuma Odaları, Akşam Sanat ve akşam Ticaret Okulları, Halkevleri açıldı.”

Köy enstitülerinden mezun olarak köylerde görev alacak öğretmen ve eğitmenlerin görevleri iki ana grupta toplanıyordu.

Birinci grup görevler, okul ve kurslarla ilgiliydi ve okulların sadece derslik değil, aynı zamanda köyün özelliğine göre teknik ve tarımsal çalışmaların yapıldığı birer eğitim merkezi şeklinde çalışmasını amaçlıyordu.

İkinci grup görevler ise, dışa dönüktü: Köyde üretimin artmasını, ekonomik yaşamın gelişmesini ve kooperatifleşmeye yönelmeyi öngörüyordu. Böylece “canlı ve hareketli köy” kavramı gerçekleştirilecekti.

Köyü, aydınlatmayı, devrime kazandırmayı öngören bu projenin ilk yıllarında büyük başarı kazanması sonucu, bu kez Köy Enstitülerine öğretmen yetiştirmek amacı ile Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Bu okullar sayesinde vatandaşların aydınlanması sağlanmaya çalışılmış, hem de terk edilmiş değerlerin sözcüsü imamların öncülüğü ortadan kaldırılmıştır.

Ne çare ki; Köy Enstitüleri, egemen güçlerin baskısına altı yıl dayanabildi. Feodal dinamiklerle baş edemedi. 20 Ocak 1954 günü TBMM oturumunda Köy Enstitülerinin kapatılma kararı alındığında ülke nüfusunun önemli bölümü hala okuryazar değildir. 1945-1946 hasat yılında sadece Çifteler köy enstitüsünde yapılan üretimin ambar giriş miktarı şöyledir. 40 500 kg buğday, 10 000 kg arpa, 5 300 kg yulaf, 500 kg mercimek, 10 000 kg patates, 1 500 kg fasulye, 25 000 kg kabak, 3 000 kg patlıcan, 4.000 kg biber, 15 000 kg domates, 20 000 kg pırasa, 20 000 kg ıspanak yetiştirilmiştir.

1937-1946 yılları arasında kurulan 20 Köy Enstitüsünde 150 büyük derslik ve yönetim yeri, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar, 20 revir, 26 yemekhane, 22 çamaşırlık, 20 kitaplık, 48 ahır, 12 elektrik santrali, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km yol, 450 km su ve kanalizasyon yolu yapılmıştır.

Köy Enstitüleri için o tarihlerde Fransız Le Monde gazetesi “Köy Enstitüleri yeni bir Köylü entelektüelliğini yaratmıştır” diyordu.

Köy Enstitüsü mezunları köylerine döndükçe köy ağaları ve imamların sosyal ve ekonomik çıkarları zedelenmeye başlamıştı. Bu kişilerin sosyal liderlikleri sarsılmaya başlamıştı. Bilgili, aydın yeni öğretmen ve eğitmenler, gerek genel dünya görüşleri, gerek getirdikleri yeni değerlerle (insan hakları, sosyal adalet, köleliğin bulunmadığı, herkesin eşit olduğu gibi değerler), köyde öncü, lider durumuna geçmeye başlamışlardı.

Konu ağalar açısından daha da önemli idi. Köylüleri toprağında boğazı tokluğuna çalıştırmaya, köyleri içindeki köylülerle birlikte alıp satmaya, kısaca feodal düzenin tüm olanaklarından yararlanmaya alışmış ağalar, giderek bu olanaklarını ve daha kötüsü, bir toprak reformu ile topraklarının bir kısmını kaybetme tehlikesi içine girmişlerdi.

İşte bu hava içinde köy enstitüleri yok edilmeye başlandı. İlk olarak Hasanoğlan’daki yüksek bölüm kapatıldı. Enstitüler amaçlarından saptırılarak klasik öğretmen okullarına dönüştürüldüler ve 1950’den sonra işlevlerini tümüyle yitirdiler.

Köy Enstitüleri kapatılırken, buna karşın 10 il merkezinde 10 ay süreli imam hatip kursları düzenlendi. 1951 yılına kadar bu kurslar devam etti. 1951-52 ders yılında ise, bu kursların yeterli eğitim vermedikleri gerekçesi ile kursların yerini devamlı İmam Hatip okulları aldı. Aynı yıllarda ilkokullara seçmeli din dersleri konuldu. Dilde Türkçeleşme hareketi durduruldu. Türkçe ezan zorunluluğu kaldırıldı.

Kısacası ülkeyi karanlığa sürükleyenler, karanlığın göbek taşında, kapatılan Köy Enstitüleri için göbek attılar.

Onların kemikleri çoktan çürüdü.

Ama halen Köy Enstitüleri, Hasan Âli Yücel, İsmail Hakkı Tonguç, ciltlerce araştırma ve tez konusu olarak dünya kütüphanelerinde.

Kapıyı kuvvetle çalan cahilliğe, kötülüğe kader mi diyeceğiz?

Geri Dön


İçeriğe geri dön | Ana menuya dön