Özel İnsanlar



Geri Dön

Bilgisizlik ve Korku – 2 –

“Bilgisiz bilge olmayacağı gibi, bilgeden yoksun bilgi de, insanı yanlıştan başka bir yere götürmez. Bilgi, “erdemi” kendi içinde, kendisini bilgenin içinde oluşturduğu zaman kişiyi mutluluğa ulaştırabilir.” H. Işındağ

Homeros’tan beri insan kendini hep araştırmış, kendisiyle ilgili gerçekliğe ulaşmaya aynı zamanda bu gerçekliğin boyutlarını genişletmeye çalışmıştır.

Modernleşme kısaca, akla(us) dayanan evrensel değerlerin; bilim ve teknolojinin gelişme süreci içinde yayılmasıdır. Ancak insanlığı bilgisizlikten kurtarmayı görev edinen modernleşme, toplumları(insanı) modern - modern olmayan, gelişmiş - geri kalmış, rasyonel - rasyonel olmayan, zengin - fakir, yerli - yabancı, dindaş - dindaş olmayan ikilemlerine hapsetmiş ve “ben” ile “öteki” arasında derin bir uçurum oluşmuştur.

1992’de Nobel Ekonomi ödülü alan Bekâr’a göre, insan davranışlarını ekonomik faktörler belirlemektedir. Bu tezini ispatladığı teorilerinden bazıları şunlardır.

*İnsanlar evlenmek boşanmak, oy vermek, çocuk sahibi olmak gibi yaşamla ilgili konularda tıpkı bir ekonomist gibi düşünerek karar vermektedirler;

*Her insanın değeri çevrenin, eğitimin ve diğer ekonomik faktörlerin bir bütünüdür;

*Uluslararası ticaret, göçler, ekonomik büyüme hep insanın değerini etkileyen faktörlerdir; ekonomik büyümesi az olan ülkelerde insan değersizdir;

*İnsanlar aşık olurken duygusal, evlenirken çıkarcı olmaktadırlar.

“Ötekileri” somut öznel varlıklar olarak görmeyip onlarda kendi benliğimizi görmekle başlar ötekiyle yabancılaşma ve bunun dozu arttıkça ötekilik dehşet verici hale gelir. Joel Kovel’e göre ötekiliğin tarihsel ilişkilerin öznel izi olarak ne anlama geldiğini anlamak için Amerikan toplumundaki siyahlar ile beyazlar arasındaki radikal bağı ve İsrail’deki Filistinliler ile Yahudiler arasındaki uçurumu düşünmek yeterlidir. Dünyadaki bölünmüşlükler olmazsa, zihinde de bölünmüşlükler olmaz.

Bacon’la başlayan doğaya egemen olma tutkusu, sanayi devrimi ile birlikte doğayı sömürme tutkusuna dönüşmüştür. İnsan da. Yeni Dünya Düzeni, Küreselleşme dedikleri yeni bir sömürgeciliğe, hatta yağmacılığa, soygunculuğa dönüşmüş. Küreselleşme derken, insanlar yalnızlığa itilmiş, tek değer para olmuş; çıkar birliği ve işini yürütme tek yol olmuş.

Günümüz dünyasında gelişmiş ülkelerde bilimin ve tekniğin geometrik hızla ilerlediğini biliyoruz. Çağa; bilim çağı, bilgi çağı, bilişim çağı, teknik çağ da deniyor. Galileo Galilei’nin 400 yıl önce söylediği, “doğanın kitabı matematik harflerle yazılmıştır, bu harfleri çözmek gerek” sözü, gen haritasının bulunması ve gen şifrelerinin çözülmesiyle kesin olarak doğrulanmıştır.

Ortaçağda ruh-beden ikiliği ve günahkarlık yazgısından uzunca bir süre kurtulamayan (Tanrı-kul ilişkisine dayalı dogmayı yaşayan) insan, modern çağlarda akıl merkezli evrensellikle donanmış bilim, teknik, kültür ve siyasete endekslenmiş bir dünyada yaşamaya başlamıştır.

İnsan Bilgisiz doğar, fakat bilgisiz yaşayamaz. Bilgi, insanın varlığını sürdürebilmek, sonra da kendisini gerçekleştirebilmek için temel koşuldur. Bilgi, hazır değildir. İnsan yalnızca bilmenin olanaklarına sahiptir. Olanaklarını kullanıp, ne ölçüde bilgi edinirse, o ölçüde yaşayacaktır. Yaşam için bilgi kuvvettir. Bilgi yalnızca doğaya egemen olmanın kuvveti değil, doğru yaşamanın, özüne göre yaşamanın, kendini gerçekleştirmenin, özgürlüğün kuvvetidir.

Mantık açısından bilgi, önermelerin ve yargıların gerçekliğe uygunluğunu dile getirir. Örneğin "bir dörtken, dört kenarlıdır" önermesi ve yargısı bilgidir, çünkü gerçeğe uygundur; buna karşı "bir dörtken, üç kenarlıdır" önermesi bilgi dışıdır, çünkü gerçeğe uygun değildir.

“Karanlık bir odada Siyah bir kedi bulmak oldukça zordur, özellikle de odada hiç kedi yoksa.” Bu deyim bana, bilimin günbegün nasıl ilerlediğini anlatan uygun bir tanımlama olarak çarpıcı geliyor. Bilim, olgular ve kurallar yumağı değildir. Marie Curie, ikinci lisans derecesini aldıktan hemen sonra 1894’te erkek kardeşine şöyle yazar, “İnsan neyin yapılmış olduğunu hiç fark etmiyor; gözü sadece yapılması gerekeni görüyor.”

Her ne kadar günümüzün lise öğrencileri, 17. yüzyılın sonunda Newton’un bildiğinden daha fazla bilimsel bilgiye sahipse de günümüzün uzman bilimcileri, 21. yüzyılın başında mevcut bilginin çok ama çok küçük bir miktarını biliyor. İlginçtir, kolektif bilgimiz artarken, cehaletimiz azalıyor gibi görünmüyor.

Günümüzde kuantum mekaniği olarak bilinen fizik devrimine öncülük etmiş fizikçi Max Planck’a, bilimin ne sıklıkta değişiklik geçirdiği sorulmuş. Şu yanıtı vermiş: “Her cenaze merasimiyle birlikte”.

Bilimin her nesilde değiştiği uzun ince yolda bir düğüm noktasıdır “cenaze”. Her yeni “bilim insanı” engellenmediğinde, hem devrimci usulle hem de adım adım değişmeye açıktır. Gerçek bilim, her zaman ilerlemekte olan bir gözden geçirme sürecidir. Ara sıra gerçekleşen cehalet püskürmeleri eşliğinde ilerler. Belli ki, neyi bilmediğimizi her zaman biliyor değiliz. Gerçi madalyonun bir de öteki yüzü var. Odada var olan ya da olmayan siyah kediler karşısında kimi bilimciler, bunun yerine odayı ölçmekle yetinir; boyutu, sıcaklığı, yaşı, maddi içeriği, konumu; bir şekilde kediyi görmezden gelir ya da unuturlar.

İnsanda, yanıtı olduğunu düşündüğü soruları sorma eğilimi var; belki de bunun sebebi, cehaletin ayıp sayılmasıdır.

Tarih boyunca beyin daima, zamanın en karmaşık teknolojisine benzetilmiştir: Beyin, saat benzeri gereçlere de benzetilmişti; Sanayi Devrimi sırasında; karmaşık makinelere, daha yakın tarihlerde ise bilgisayara benzetiliyordu; günümüzde ise, tahmin edebileceğiniz üzere internete benzetiliyor. Tüm bu benzetmelerin iki ortak noktasından biri, beyni çok karmaşık bir şey saymalarıdır, öteki ise normalde mekanikleri bakımından tüm bu benzetmelerin hatalı olmasıdır. Beynin nasıl işlediğini hâlâ bilmiyoruz. Komedyen Emo Philips’in mizahi yaklaşımı ilginçtir. “Bedenimdeki en harika organın her zaman beyin olduğunu düşünmüşümdür; ama bir gün kafama dank etti, bir dakika, bunu bana kim söylüyor ki?”

Batı biliminin başlangıcı, genellikle Galileo’nun geç Rönesans’ta İki Büyük. Dünya Sistemi Hakkında Diyalog kitabını yayımlaması sayılır. Bize öğretildiği kadarıyla, bu kitap, gökle ilgili dine aykırı önermelerinden dolayı Galileo’nun başı Kilise iktidarıyla derde sokmuştur.

Gelgelelim günümüzde öyle bir durumdayız ki bilim, sanki Latince yazılmış gibi halkın erişemeyeceği bir konumda. Yeats şu uyarıda bulunmuştu: “Eğitim, bir kovayı doldurmak değil, bir meşale yakmaktır”. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün savaşın tam ortasında yurt kan gölüyken yurtdışına eğitime gönderdiği gençlere “Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum; alevler olarak geri dönmelisiniz!” sözü yorumlara sığmayacak değerdedir. Doğru kibritlere uzanma vakti geldi.

Evet, düşünmeye alışmamış bir toplumda düşünmeyi öğrenme ve öğretme kolay değil. Yıllar yılı kova doldurmaya, ezberciliğe alışmış olan öğrencilere kendi düşüncesi sorulduğunda şaşkına dönüyorlar. Düşünmeyi bilmediklerinden, önemini ve gerekliliğini kavramamış olduklarından, onların adına düşünen birilerini buluyorlar. Böylece her dönem çoğunluğu yönlendiren birkaç “düşünen” çıkıyor, onların anlattıkları dinleniyor, düşünceleri benimseniyor.

“Bugün Türkiye’nin en önemli ve güncel sorunu, yaratılan korkudan korkudur” diyordu Aziz Nesin. Ve devamla: “İnsan doğası gereği, yani insan olduğu için, korkmaktan kurtulmak ister. Korkudan korkuya karşı en kolaycı savunma yöntemi de, o korkuyu yaratan egemen güçlere uyum sağlamaktır, otoriteye boyun eğmektir, tabulara baş eğmektir ve baskıcı güçlerle özdeşleşmektir. Böylece insanlar kendilerini hiç ayrımsamadan teslim alınmış, köleleştirilmiş, aptallaştırılmış olurlar. İşte bugünkü eğitim ve öğretim yöntemleriyle okullarda ve üniversitelerde yapılmak istenen de budur.”

Önemli olan, “doğru” düşünmenin, yani olayların, olguların değişebileceğini analiz edebilen, düşünmenin öğretilmesi değil mi?

Düşünmenin Tanrı vergisi olmadığı, “öğretilebileceği” söylenebilir mi?

Geri Dön


İçeriğe geri dön | Ana menuya dön