Özel İnsanlar



Geri Dön

İş

Saatin zili büyük şamatayla çaldığında, akrep ve yelkovan sabaha karşı üçü gösteriyordu. Zilin sesine uyanmış, henüz gözlerini açamamıştı. Yatağının içinde bir sağa bir sola döndü. O, kaslarını gerdirirken karısı yataktan fırlamıştı bile. Bir süre kalkma ve kalmama arasında bocaladı. Yatma isteği uzun sürmedi, toparlandı ve bütün gücünü harcayarak yataktan kalktı. Günlük giysilerini giydi. Mutfakta karısının hazırladığı kahvaltıyı alelacele yapmaya başladı. Bu gün erken kalkmasının önemli bir nedeni vardı; İşe erken gelmesi söylenmişti. Sabah gün ağarmadan işini bitirmek zorundaydı. Kahvaltısını bitirdi, elini yüzünü yıkadı. Sokaktan gelen, kısa bir korna sesini duyduktan sonra ayakkabılarını giydi ve karısı ile vedalaştı.

Gecekondularla karışık derme çatma apartmanların oluşturduğu mahallede oturuyorlardı. Apartmanın dış kapısını açtığında ceza evi minibüsü onu bekliyordu. Şoför, yeni geldiğini söyledi. Sonra “günaydın” dedi. Sabah mahmurluğu hala üzerindeydi ve canı kimseyle sohbet etmek istemiyordu. Şoför de aslında konuşkan olmasına rağmen, sabahın köründe kalkmış olmaktan hoşnutsuz, sohbet etmek istemedi. Yol boyunca sadece birkaç cümle konuştular.

Hapishanenin kapısından içeri girdiğinde hakim, savcı ve diğer görevlilerin de gelmiş olduklarını gördü. Hızlı adımlarla soyunma odasına gitti ve günlük giysilerini çıkartarak iş kıyafetlerini giydi. İnfazın gerçekleştirileceği yere geldiğinde hakim, savcı ve diğer görevlilerin ellerindeki dosyalar ve kâğıtlara bakarak konuştuklarını, yazıp çizdiklerini gördü.

Küçük bir apartman dairesinde asgari geçinme şartlarını zorlayarak yaşıyordu. İki oğlu lisede okuyordu. Birisi ikinci sınıfta diğeri üçüncü sınıftaydı. Her ikisi de derslerinde çok başarılıydı. Her yıl iftihar getiren oğulları ile övünüyor ve onlardan çok şeyler bekliyordu. Beklentileri kendisi için değildi, ama onların gelecekleri üzerine kurduğu hayaller kendisine aitti. Karısını da çok seviyor, mutlu bir aileye sahip olduğu için gururlanıyordu. Yirmiyedi yıldan biraz fazla devlete hizmeti vardı. Emekliliği düşünüyordu ama çocuklarının okul masrafları, onların üniversiteyi kazanmalarını istemesi, bu isteğini törpülüyordu. Karısı, zaman zaman çamaşır yıkama işi, günlük ev temizliği gibi işler bulup bir miktar para kazanıyordu. Böylece kıt kanaat geçiniyorlardı. Ama emekli olduğunda emekli maaşı ve karısının geliri, çocukların okul masraflarını bile karşılamazdı.

Mahkûmu, görevli iki kişi getirmiş, ipin yanında bırakmışlardı. Mahkûm gözlerinin bağlanmasını reddetmişti. İpi mahkûmun boynuna geçirirken, suçunu düşünüyordu. Üstleri, genellikle bu gibi görevlerde mahkûm hakkında ayrıntılı bilgi vermezdi. Sadece mahkûmun katil olduğunu biliyordu. İpin ilmek kısmını mahkûmun boynuna geçirirken de bunları düşündü. Sonra içinden mahkûm ile kavga edercesine tartışmaya başladı. “Ne diye öldürdün zavallıları?” dedi önce. Öfkesi dinmemişti, “zavallılar ne yaptılar sana?” diye bağırdı içinden. Kendisinden örnek vermeye çabaladı; kendisi durduk yerde bir insanı öldürebilir miydi? Düşündü; hemen cevapladı kafasında, “yok! Hayır!”, böyle şey olamazdı. Bir canı almak onamı kalmıştı. Aceleyle, mahkûma döndü düşünceleri “bir canı almak sana mı kaldı, ne diye kıydın onlara?” dedi içinden. İlmeği mahkûmun boynuna geçirmişti. Mahkûmun ipte asılmasına neden olacak sandalyenin yanında beklemeye başladı.

Bir cinayetin nasıl işlenebileceğini düşünüyordu hâlâ. Yüzü, hakim ve savcıya dönüktü. Üzerinde düşünmeden, yerine getireceği komutu bekliyordu. Mahkûmla hesaplaşması bir türlü bitmiyordu içinde. Gözünde, izlediği filmlerden cinayet ve katillerle ilgili sahneler canlanıyordu. Bir insanın diğer insanı öldürmesi, bu gün feci şekilde kafasına saplanmış, çıkış bulamıyordu. Filim sahneleri arasında, ölüm mahkûmlarının boynuna ilmeği geçirdiği anları düşündü. Saliseler hızında düşündü; sandalyenin yere düşüşünü, mahkûmların ayaklarındaki çırpınmayı, mahkûmların boynuna ilmeği geçirdiği ânı, mahkûmun altından sandalyeyi çektiği ânı, sandalyeyi, mahkûmu, ilmeği, sandalyeyi, mahkûmu, ilmeği... Saliselere sığan bu düşünce ona çok uzun gelmişti, düşünceden kurtulmak için başını aniden geriye attı. Kafasının içi, beyni, bir kedinin patisinden çıkmış tırnakların insan derisini çizdiğindeki gibi şiddetle acıyordu. Acı dayanılmaz olmuş, gözlerine damlacık olarak inmişti. İlk tepki olarak başka şeyler düşünmeyi denedi. Oğulları geldi aklına öncelikle. Güzel yetiştiler diye düşündü çabucacık. Okullarında başarılıydılar ve onlar yetişip iyi insan olacaklardı. Okuyarak iyinin ve kötünün ayrımına varacaklardı. Büyük mevkilere gelmelerini içtenlikle istiyor ve diliyordu. Anneleri de çocukları için büyük fedakârlıklar yapıyor, geçinme şartlarını zorlayarak onların okumalarını kolaylaştırmaya çabalıyordu.

Bu düşünceler acısını dindirmişti ama kafasının bir bölümünde büyük baskı hissediyordu. Başını mahkûma doğru çevirdi. Gözlerini de bağlatmamıştı. Beyaz uzun bir gömlek giydirmişlerdi. Elleri arkasından bağlıydı. Gözlerini karşı duvarla tavanın birleştiği yere dikmiş, kirpiklerini kıpırdatmadan bakıyordu. Göz çukurları sanki boşaltılmış gibiydi. Orta yaşın altında, daha genç sayılırdı.

Mahkûm, cellâdın bakışlarını hissetmiş, başını ona çevirmişti. Artık göz gözeydiler. Gözleri ile birbirlerini sorguluyor, küfürler yağdırıyor, hakaret ediyorlardı. Dudaklarına hakim olamamış, boğuk hırıltıyla karışık, “neden?” demişti. Mahkûm, yine konuşmadı bakışları daha keskinleşti sadece. Yine boğuk hırıltıyla karışık “tövbeee” dedi. Dudağının acısı ile kendine geldi. Dudağını ısırmıştı, diline sıcak, pek güzel olmayan ekşi bir tat geldi. Dudağı kanamıştı. “Tövbeee, tövbeee” dedi tekrar içinden. Kafasını hakim ve savcının olduğu yere çevirdi. Biraz terlemişti, yüzünde ter yoktu ama sırtında ıslaklık hissediyordu.

Hakimin tok sesiyle irkildi. Hakim, mahkûmla konuşuyordu, duyduklarını anlamaya çalışmadı. Kendisine verilecek komutu biliyor ve onu bekliyordu.

Sabah serinliğini yüzünde hissettiğinde otobüs durağındaydı. Gün ağarmıştı. Eli cebinde hızla bilet arıyordu. Caddenin görebildiği ucunda bir otobüs vardı. Düşünceleri karıştı, sandalyenin yere düşüşünü, ilmeği, mahkûmun boynunu, istemeden gözünün önüne getirdi. Panikledi. Yaklaşan otobüsün plakasını, numarasını, gideceği yeri gösteren tabelasını en detay harfine kadar okudu. Otobüs yaklaştıkça tekrar tekrar okudu. Okuduğunu düşünmek, anlamak istiyor dönüp tekrar okuyordu. Cebindeki eli bileti bulmuştu. Otobüs, durağın önünde durduğunda, o okumaya devam ediyordu. Açılan kapıdan merdivenleri ağır ağır çıkarak girdi. Durakta başka kimse yoktu. Şoför kapıyı kapattı, otobüs hareket etti. Otobüste dokuz, on kişi vardı ve hepsi işçi giysileri içindeydiler. Otobüs, sabahın erken saatinde, gece vardiyasından çıkan işçileri topluyordu. İşçilerin elleri nasır ve kir içindeydi. Yüzleri asık, yorgun ve uykusuzdu. Bu yüzler ona, mahkûmdan sonra, gülen iyi yüzler gibi göründü. Gözleri ve başı ile sevecen selam verdi onlara. Otobüsün en arkasına yürüdü, boş bir koltuğa yığıldı. “Ne kadar yorgunum” diye geçirdi içinden.

Bir ömrü hızlı tüketmiş kadar yorgun hissediyordu kendisini.

Avni ARIKAN
22.Kasım.1994, Ankara

Geri Dön


İçeriğe geri dön | Ana menuya dön