Özel İnsanlar



Geri Dön

AYRIMCILIK ve SAKAT YÜRÜYÜŞ

İnsanın, bu günkü biyolojik yapısına, 15-20 milyon yıl önce ulaştığı sanılmaktadır. (Her bulunan yeni fosil kesinliği artırırken evrim kuramlarını altüst etmektedir) O günden bu yana insan ve toplum sürekli değişim içindedir. Bunun ilk bölümünde hızlı bir değişim de yoktur. Bugüne gelindikçe değişim giderek hızlanır. Günümüzde ise toplumsal değişim baş döndürücü bir hal almıştır.

İnsan, ilk dönemde tıpkı diğer hayvanlar gibi, doğada hazır bulduklarını toplayarak ya da avlanarak yaşamını sürdürmüştür. İlk dönem, modern dönem olarak adlandırılan dönemden çok daha uzun bir dönemdir. İlk dönem, vahşi yaşam, avcılık, tarım ve hayvancılık dönemleri gibi alt bölümlere ayrılabilir. Bu dönem, insan varlığının beden gücü ile ölçüldüğü, yaşamanın bedensel güce dayalı olduğu çağlardır. Modern çağın başlangıcına kadar on binlerce yıl engellilerin yaşam içindeki yeri hakkında bir bilgimiz yok. Modern çağın başlangıcı ise bu on binlerce yıllık süreç içinde çok yakınımıza, yaklaşık 200-250 yıl öncesine denk gelmektedir.

Yakın dönem içinde, sanayi devrimi pek çok alanda olduğu gibi engelli dünyasında da olumlu ve olumsuz değişimlere neden oldu. Yiyecek elde etmek, barınmak, savaşmak, çiftleşmek için, her ne olursa olsun beden gücü önemliydi. Vahşet ve savaşlar bir yandan engelli nüfusu artırırken diğer yandan onları yaşamdan itekleyecek nedenleri doğuruyordu. Savaşlarda, doğumda, doğanın gücüne yenik düşerek engelli olan insanlar, ya eğlence aracı oluyor ya yaşamda yalnız bırakılıyordu.

Sanayi devrimi, insan gücünün üstünde makineleri kullanıma sundu. Artık daha az insan gücü ile daha çok iş yapılabiliyordu. Toprak, tarım kısaca geçim kaynaklarının sadece insan ve hayvan gücüne bağımlı olmasına son veriliyordu. Kaba güç denilen vücut gücü önemini yitirmeye başlamıştı.

Dünyada sakatlığa neden olan en önemli şey savaşlardır. Savaşlarda ölen insanlar kadar ve daha fazlası, sakat kalmaktadır. Bugün Avrupa’nın engelli nüfusunun önemli bir bölümü 2. Dünya Savaşı’nın kalıntısıdır. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları üç yüz bin insanın ölümüne, bir milyona yakın insanın sakat kalmasına yol açmıştır.

Savaşın başka bir çeşidi olan terör de önemli ölçüde sakat nüfusa neden olmaktadır. Ortadoğu, Latin Amerika,Türkiye, ve çeşitli Afrika ülkelerindeki terör eylemleri ölüm ve sakatlık bakımından dehşet verici bilançolar oluşturmaktadır. Ülkemizdeki terör nedeniyle 30binden fazla insanımız ölmüştür. Bu, en az 60 bin insanımızın sakat kaldığı anlamına gelmektedir.

Beslenme yetersizliği, açlık, akraba evliliği, bilgisizlik yani cehalet, trafik ve iş kazaları, depremler diğer sakatlık nedenleri olarak sayılabilir.

2. Dünya Savaşının sona ermesi, batı dünyasının, engelli insanlara bakışında, değişimin başlangıcı oldu. Savaş, asker ve sivil yaklaşık 30milyon insanın canını alıp ülke nüfuslarını azaltırken diğer yandan bir o kadara yakın insanı da sakat bırakmıştı. Naziler 2. Dünya Savaşı boyunca 6 milyon Yahudi’yi, 3 milyon Rus savaş esirini, 1 milyondan fazla Polonez ve Yugoslav sivil halkı ve 70 bin engelli insanı öldürmüştü. Savaşın maddi boyutu ise 1katrilyon dolar civarındaydı. Özellikle Nazi Almanya'sında bazı insan topluluklarına yönelen ve soykırıma varan büyük hak ihlallerine ve yıkıma tepki olarak, insan hakları hukuku doğuyor ve hızla kabul görüyordu. (Aydınlanma çağının sonuçlarından) İnsan haklarının temel belgeleri olan, Evrensel İnsan Hakları Bildirisi, Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi ve Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi insan haklarını ve ayrımcılık yasağını düzenleyen ilk belgelerdir. Bu belgelerin üçü de ayrımcılık yasağını benzer biçimde düzenlemişlerdir. Ancak bu düzenlemelerde engellilere değinen ve engelli bireyi tanımlayan hiç bir madde yoktu. Savaş süresince teknik ve teknoloji inanılmaz bir hızla gelişmişti. Savaş sonrasında, çöken ekonomileri canlandırmak için üretim gerekliydi, bunun için de insana ihtiyaç vardı. Bu tablo ile yüz yüze gelen insanlar, yaşamı canlandırmak için engelli insanı da kabullenip onu üretime katmak için çare aramaya giriştiler. İşte bu noktada hem engelli nüfusun ekonomiye katılımı hız kazanıyor hem de engelli nüfusun yaşama katkısı artıyordu. Engelli hakkı ve hukuku sonradan gelecekti. Bunlar batı dünyasında, Avrupa’da oluyordu. Tabi ki doğusunda ve batısında her ülke aynı anda aynı gelişim içinde değildi. İnsanın bedensel gücünün etkin olduğu dönem hızla yıkılırken, insan hakları, özgürlükleri gibi yeni kavramlar gelişiyordu. Bunun sonucunda, hem bedensel hem de zihinsel açıdan üretime katılamayan engellilerin, haklarının doğması, sosyal hizmetler kapsamı içine girmeleri gerçekleşiyordu.

ANADOLU’DA DURUM

Osmanlının hiç bir döneminde, Türkiye Cumhuriyetinin erken dönemlerinde, engelliye insan hakları ekseninde bir bakışın olmadığı, konunun genellikle din ekseninde, din adamlarının yorumları ile işlenmeye çalışıldığı, ancak her yönü ile eksik sayılan bu insanların üretime katılmalarının pek istenmediği, desteklenmediği, bir şeyleri kendiliğinden başaranlara ise ‘eksik ama üstün insan’ ve ‘tanrı vergisi’ yakıştırmasının yapıldığı söylenebilir. Savaş ya da kaza sonucu engelli olanların dışındaki engelli kesim tamamen din ekseninde ‘tanrı vergisi’ olarak değerlendirildiği için, engelliliğin nedenleri ve önlenmesini bir kenara bırakalım, onları sosyal çevreye ve ekonomiye katmak gibi düşünceler dahi olmamıştır. Diğer taraftan, dünyanın gelişen teknolojileri, aletler, makineler, motorlu taşıtlar, yaşam biçimleri hızla ülkeye giriş yapıyordu. Yanı sıra, toplu ticaret için kullanılan yük gemileri bir kıtadaki virüsleri, hastalıkları ve bunları taşıyan hayvan ve böcekleri, kıtalar arasında birinden diğerine taşıyordu. Ancak halen, doğumunda engelli gelen bebek ‘tanrının vergisi’ sonradan kaza yada hastalıklar sonucunda engelli olan insan için ise ‘kader’ sayılıyordu. Sayıları hızla artan bu azınlık kitle artık insan hakları açısından ayrımcılık kurbanı, ekonomi açısından yük oluşturuyordu. Kendi çabaları ve gayretleri ile okuyup yer edinenler ise devletin sosyal olma kavramı üzerine ısrarla basıyorlardı. Batı dünyasında, din, devlet işlerinden elini eteğini çektikçe, insan değeri öne çıkıyordu.

Toplum hızla kabuk değiştiriyor, kentleşiyor, yaşam şekli, alışkanlıkları ve sosyalliği değişiyordu. Diğer yandan engelli nüfus artıyor, uyum sorunları birlikte yaşam sıkıntıları ortaya çıkıyordu. Engellilerin kendilerine ayrımcılık uygulandığını öne sürebilmesi için öncelikle ‘farkında olması’, ‘insan eşitliğini anlaması’ gerekliydi. İşte bu noktada farkındalılık başlıyordu.

Sosyal devlet ilkesini ilk kez benimseyen 1961 Anayasası’nı izleyen yıllarda engelliler dünyasında da bir aydınlanma yaşandı. İçinden hukukçu, öğretmen, psikolog, sosyolog gibi meslek aydınları çıkartmaya başlayan engelli kitlesi, yavaş yavaş uyanmaya, bilinçlenmeye ve örgütlenmeye başladı. Gelişmiş batı ülkelerindeki uygulamaların yansıması vardı. İstihdam olanaklarını zorlamak için devlet kapılarını aşındırmaya girişen özürlüler, yer yer eylemler yaptılar. 1970’li yıllarda alandaki örgütlenme hızlandı ve elde edilenler çoğaldı.

Engelli dünyasının dışında, sosyal yaşam farklılıkları, zengin-fakir, kadın-erkek, işçi-patron gibi birinin bir diğeri üzerinde baskı kurmasına yol açan konular, sol ideolojinin sahiplendiği sorunlar olurken, engelliler, sol politikaları üretenlerin gözünden kaçıyordu. Bunun en önemli nedeni, insan vücudu üzerinde tanrının tek hakimliğini din adamlarının halen empoze ediyor olmasıdır. Engelliler toplumda ezilen, ayrımcılığa uğrayan, itilen, sömürülen önemli bir kesim olmasına karşın, hiç bir zaman sol ideolojinin etki alanına giremediği içindir ki, çarpık ve yetersiz örgütlenme sonucunda haklarından hep mahrum kalmışlardır. Günümüzde pozitif hukuk ile din pek çok konuda olduğu gibi insanın temel hak ve özgürlüklerinde çatışma içindedir.

AYRIMCILIK

Ayrımcılık, bir kişi ya da gruba yaş, ırk, renk, milliyet ya da etnik köken; cinsiyet, hamilelik ya da medeni durum; engellilik; dini inanç; cinsel tercih veya diğer kişisel özellikler nedeniyle başka kişi ya da gruplara göre farklı davranılması sonucu oluşur. Pozitif ayrımcılık ise; Sosyal, ekonomik ve politik alandan, günlük yaşam etkinliklerinden, taşıdıkları özellikler yüzünden dışlanmış azınlıkların, dışlanmışlıklarını azaltmak ve uzun vadede farklılığı engellemek için, bazı haklar vererek ayrımcılığı ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Kısaca, ayrımcılığı ortadan kaldırmak için ayrıcalıklı davranmaktır.

Pozitif ayrımcılık kavramı 1970’lerde şekillenmeye başladığında, ilk akla gelen kuşkusuz ırkçılık ve dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlardı. Pozitif ayrımcılığın tarihsel gelişimine, engellilik bağlamlarında göz atarsak, kavramın 1970-1980li yıllarda şekillendiğini görürüz: 1995’te engellilere karşı yapılan ayrımcılığın önlenmesi açısından Engellilik Ayrımcılığı Sözleşmesi, yayımlanmıştır. Günümüzde pozitif ayrımcılık kavramı, yasalarla şekillenmekle beraber sosyal bilincin gelişmesiyle, daha çok benimsenmiştir.

Uygulamalar ve yapılan araştırmalar göstermiştir ki; pozitif ayrımcılık kendi başına sadece teoriden ibarettir ve birtakım pratik düzenlemelerle desteklenmesi gerekmektedir. Yüzyıllardır tüm dünyanın ortak sorunu olan ırkçılık, aslında ayrımcılığın çıkış noktasıdır.

Engelliler anayasamıza ilk kez 1982 yılında kabul edilen anayasa ile girmiştir. Bugün halen geçerli olan 82 Anayasasının 50. Maddesinde ‘Küçükler ve kadınlar ile bedeni ve ruhi yetersizliği olanlar, çalışma şartları bakımından özel olarak korunurlar’, 56. Maddesinde ‘herkesin hayatını beden ve ruh sağlığı içerisinde sürdürmesini sağlamak Devletin görevidir’, 61. Maddesinde ‘Devlet, sakatların korunmasını ve toplum hayatına intibaklarım sağlayıcı tedbirleri alır’ ifadeleri yer almaktadır. Böylelikle engelliler ile ilgili düzenlemeler ilk kez devletin görevi olarak belirlenmiştir.

Ülkemizde kadın, engelli ve etnik azınlıkların konumuna baktığımızda geri kalmış olduklarını görürüz. Kız çocuklarının, engellilerin okula gönderilmemesi, kadınların, engellilerin istihdama katılamaması, sosyal ve ekonomik özgürlüklerinin kısıtlı olması dolayısıyla kendilerini geliştirme olanaklarının az olması, pozitif ayrımcılık uygulamalarını zorunlu kılmaktadır. Toplumun kesimleri arasındaki çatışma bu noktada başlamaktadır. Pozitif ayrımcılık; yalnızca ‘dezavantajlı’ gruptaki bireylere verilen haklardır. Dezavantajlı gruplar herkesin rahatça kullanabildiği hakları çeşitli sebeplerden dolayı kullanamadığı için; onlar ancak bazı özel birtakım haklara sahip olurlarsa çoğunlukla gerçekten eşit olma şansını yakalayabileceklerdir. Ancak bu hakların planlanması, sunulması ve bütçelenmesi ‘sosyal devlet’ ile ‘liberal-kapitalist devlet’ unsurlarını çatıştırmaktadır. Devletin maliye bakanı ‘bunlara ayıracak bütçe ve paramız yok’ dediği yerde ‘sosyal devlet’ anlayışı çatışmaya girmektedir.

Günümüzde insanlık ‘herkesi içine alan, herkese uygun bir toplum modeli’ uygulamasından yoksundur. Toplumun gereksinimlerini karşılayacak hizmetler, çözümler üretirken bazı kesimler için sonra yapılır, düzeltilir, iyileştirilir(yani pozitif ayrımcılık uygulanır), şeklinde göz ardı edilenlerle, toplumun bir bölümü dışlanmaktadır. Göz ardı edilenler, dışlanan kesimin tepkileri uygulamadaki olumsuzluklarla kemikleşen sorunlar, zamanla çözüm üretilemez duruma gelebilmektedir. Bir yandan dışlama süreci sürerken, bütünleşme çabaları da başarısız kalabilmektedir.

Farklılıklar özünde yadırganacak durumlar değildir. Çünkü farklılık, biz insanların doğasında vardır. Bu fark yalnızca engelli olmakla değil; pek çok açıdan vardır ve birbirimizden farklıyız. Hepimizin farklı özellikleri, farklı gereksinimleri var. Güçlerimiz de zayıflıklarımız da farklı. Bu yüzden hepimizin içinde yaşadığı toplum, birkaç kişinin ya da belirli bir kesimin özellikleri temel alınarak şekillendirilemez. Engelli insanların ihtiyaçları en az engelli olmayan insanların ihtiyaçları kadar, toplumun düzenlenmesini etkilemelidir. Bu da onların korunması, desteklenmesi, özel bakım isteğinden değil, onlar da herkes gibi toplumun bir parçası olduğundan yapılmalıdır. Herkes, ‘yaptığı hizmetlerden’ engellilerin de yararlanmasını sağlamaktan sorumludur. Bu sorumluluk herkesindir. Bu sorumluluk doğal ve sürekli bir sorumluluk olarak algılanmadıkça, yerine getirilemez.

Engellinin karşılaştığı ‘engelin’ temelinde, sahip olunan ‘eksiklik’ değil; engelin yarattığı farklılığı bahane eden toplumun, engelliye karşı geliştirdiği ‘engelleyici tutumlar’ yatmaktadır. Ayrıca engellilerin kendileri de, sahip oldukları farklılığı, farklı davranmanın ve kendilerine farklı davranılmasının haklı bir gerekçesi sayarak (bazen bunu bir kazanç sayarak) ayrımcı uygulamaları pekiştirecek tutum ve davranışlar içerisinde olabilmektedir. Bu anlamda engelliyi kendisinden gelecek ayrımcılığa karşı da korumak gerekmektedir.

Engelliler gündelik yaşamlarında sayısız ayrımcılık örnekleri yaşamaktadır. Peki nedir engelliliğe dayanan ayrımcılık? Engelliliğe dayanan ayrımcılık, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi tarafından, 5 numaralı genel yorumda şöyle tanımlanmıştır: ‘Bu sözleşmenin amaçlarına uygun olarak, engelliliğe dayanan ayrımcılık, her türlü ayrıştırma, dışlama, kısıtlama ya da tercih veya gerekli düzenlemelerin gereği gibi yapılamaması dolayısıyla, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların kullanılamaması veya bu haklardan yararlanılmasının büyük ölçüde ortadan kaldırılması...’ Bu tanım ekseninde, örneğin, gerekli koşulları yerine getirerek bir eğitim kurumuna başvuran bir öğrenci adayının sakatlık gerekçesiyle reddedilmesi(konservatuara baş vuran engellilerin red edilmesi gibi) veya işverenin bir eleman adayını engelli gerekçesiyle reddetmesi ayrımcılık sayılmaktadır.

Engelliliğe dayanan ayrımcılığın türleri bakımından, sakat hakları konusunda ‘öncü’ olarak değerlendirilen ABD'de bazı yazarların benimsediği sınıflandırma bir fikir verebilir. Buna göre ayrımcılığın dört görünüş biçimi vardır. Bunlar: 1) Rahatsızlık; 2) korumacı ve acıma duygularıyla yaklaşım; 3) genelleme ve 4) damgalama biçiminde sıralanmaktadır.

Bugün dünyada yaklaşık 40 ülkede ayrımcılık karşıtı hukuksal düzenlemelerin olduğu sanılmaktadır. Bu ülkelerin başında ABD, Kanada, İspanya, İngiltere, İsrail, İsveç ve Avustralya gibi ülkeler gelmektedir. Ülkemizde 1982 Anayasası'nın ‘Kanun önünde eşitlik’ başlığını taşıyan 10. maddesi uluslararası insan hakları belgelerindekine benzer bir düzenlemeyle ayrımcılığı yasaklamıştır. Söz konusu maddede herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu belirtilmiştir. Bu temel yasada da ayrımcılığa karşı korunan gruplar arasında engellilikten söz edilmemiştir. Ancak yapılacak ilk anayasa değişikliğiyle engellilik durumunun da söz konusu gruplar arasına eklenmesini kararlılıkla beklemeye bir engel yoktur.

1 Temmuz 2005 tarih ve 5378 Sayılı, Özürlüler ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'la ayrımcılık yasaklanmış görünmektedir. Bununla birlikte, düzenlemelerde belirsizlikler ve üstü kapalı ifadeler vardır. Örneğin, yasanın ‘Genel esaslar’ başlığını taşıyan 4. maddesinin a) bendinde: ‘...Özürlüler aleyhine ayrımcılık yapılamaz; ayrımcılıkla mücadele özürlülere yönelik politikaların temel esasıdır.’ deyişine yer verilmiştir. Bu düzenleme karşısında, ‘özürlüler lehine ayrımcılık yapılabilir mi?’ sorusu akla gelecektir. Yasada ayrımcılıkla ilgili bir tanım bulunmadığından, ayrımcılıktan ne anlaşılması gerektiği de belirsizdir. Ancak bu belirsizliklere karşın, yasanın olumsuz ayrımcılığı yasakladığı sonucuna varılabilir. Ne var ki, böyle bir düzenleme biçimi, uygulamada karışıklıklara yol açmaktadır. Örneğin, Merkezi Nüfus İdaresi Sistemi kapsamında tüm vatandaşların, elektronik ortamlarda biriktirilen verilerinden sadece engellilere ait olan ve kişinin hangi oranda engelli olduğu bilgisi, ‘pozitif ayırımcılık’ iddiasıyla engelli kişinin nüfus cüzdanına yazılması, anayasamızın ayrımcılık ile ilgili maddelerini, kanun önünde eşitlik ilkelerini ve özel hayatın gizliliği ve korunması hükümlerini ihlal etmektedir.

Ülkemizde ayrımcılık karşıtı hukuksal düzenlemelerde önemli bir gelişme de, ayrımcılığın 5237 Sayılı Türk Ceza Yasası'nın kapsamına giren bir suç niteliği kazanmasıdır. 1 Haziran 2005'te yürürlüğe giren Türk Ceza Yasası'nın ‘Ayrımcılık’ başlığını taşıyan 122. maddesinde, Anayasa madde 10'da sayılan durumlar dolayısıyla, bir taşınır veya taşınmaz malın satımı, devri, bir hizmetin icrası veya hizmetten yararlanılmasının engellenmesi, bir kişinin işe alınmasını veya alınmamasını sayılan nedenlere bağlanması; besin maddelerinin verilmemesi veya kamuya arz edilmiş bir hizmetin yapılmasının reddedilmesi ve kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasının engellemesi ayrımcılık olarak nitelenmiş ve bu davranışlarda bulunan kişilerin altı aydan bir yıla kadar hapis veya adli para cezasıyla cezalandırılacakları öngörülmüştür. Türk Ceza Yasasındaki bu düzenlemeye 5378 Sayılı Özürlüler Yasası'nın 41. maddesiyle ‘özürlülük’ de eklenmiş, böylece engelliler de ayrımcılığa karşı korunan gruplar arasında açıkça yer almıştır.

Bir diğer önemli gelişme ise; Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından hazırlanarak imzaya açılan ‘Engellilerin Haklarına İlişkin Sözleşmeyi’ imzalayan ilk 53 ülkeden birinin Türkiye olmasıdır(30.03.2007). Müzakereleri 2002 yılında başlayan Sözleşme, 13 Aralık 2006 tarihinde BM Genel Kurulu’nda oylamasız kabul edilmiştir. Engellilerin Haklarına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, bugün dünya nüfusunun yüzde 10’nu oluşturan engellileri korumayı amaçlıyor. Sözleşmeye taraf olan ülkeler, fiziksel ve zihinsel engelle yaşayan vatandaşlarının insan haklarından eşit ve tam şekilde yararlanabileceğini, engellilere yönelik ayrımcılığa son verileceğini ve engellilere hayatın her yönünde eşit katılım imkanı sağlayacağını taahhüt ediyor. Bu imza ile sözleşmenin ülkemizde uygulanabilir hale gelmesi için mevzuatta büyük köklü değişikliklerin yapılması gerekmektedir.

Kuşkusuz, hakların korunması ve ayrımcılıkla mücadele konusunda, yasalaştırma etkinliği çok önemli bir adımdır. Ancak bu düzenlemelerin işlevsel bir nitelik kazanması için uygulamaların standartlaştırılması, düzenli biçimde izlenmesi ve yönetsel, yargısal denetim mekanizmalarının etkin biçimde çalışması gerekir. Bunlara ek olarak, engelli bireylerin ve ilgili sivil toplum örgütlerinin de tutarlı ve etkin biçimde bu izleme ve denetim etkinliğine katılması gerekir. Böylelikle, yapılan düzenlemeler umut verici bir anlam kazanabilecektir.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, önsözünde ;
Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar.
Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir akide, milli veya içtimai menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin işbu Beyannamede ilan olunan tekmil haklar ve hürriyetlerden istifade etme, hakkına sahiptir.
Yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır.
Kanun önünde herkes eşittir.

denilmektedir.

Engelliler genelde görmezden gelinen, acınan, evde, sokakta, işyerinde, vb. koruma altında bulundurulması gereken kişiler olarak algılanmaktadırlar. Engellilere yaklaşımda dinsel-geleneksel kökenli ‘vicdani yaklaşım’ bireysel, korumacı ve bastırıcı bir tutumdur. Bu yaklaşıma göre iyi bir toplumda, iyi bir insan ‘muhtaç’ kişileri de düşünür. Böyle yaptığında engelliler için toplumsal görev yerine getirilmiş olmaktadır. Engelliler yararına konserler düzenlemek, kermesler düzenlemek, yardım organizasyonları düzenlemek vbg. şeyler devletin sosyal olma görevini yeterince ve yerince yerine getiremediği oranda artış göstermektedir. Burada göz ardı edilmemesi gereken en önemli nokta, adaletli olma ve bütüne ulaşma şartlarının yerine getirilememesidir. Devlet, sosyal olma sorumluluğu ile yaptığı uygulamada ayrımcılığa ve eksikliğe Anayasal ve diğer yasalar gereğince neden olamazken aynı durumu vatandaşların yaptığı işler için söylemek zordur. Ayrıca, gerek STK gerekse bireysel girişimlerde, sonuç, hem engelli kitlesine uygulanan ayrımcılık olurken hem de engelli kitlesi içinde de ayırımcılığa neden olabilmektedir. Örneğin sadece engellilerin yararlanmasına ayrılmış oteller, yerleşim yerleri(köyleri), apartmanlar yapılması tecrit boyutlarına ulaşan en vahim ayrımcılıktır. Bir başka örnek, zaten kadınlara yönelik istismar ve ayrımcılık sayılan ‘güzellik yarışması’nı engelli kadınlar için düzenlemektir. Organizasyonun, engellilere yardım sağlamak şemsiyesi altında yapılması onu meşru kılmamaktadır. Yardım amaçlı yapılan tüm organizasyonlarda, halkın ‘vicdan duyguları’ ve ‘dini duyguları’ kullanılmaktadır. Engelliler üzerinden yürütülen bu organizasyonlar o kadar açık çelişkidir ki işin bu yönünü kimse görmek istemez. Sokakta ister engelli olsun ister olmasın vatandaşın dilenmesi yasaktır. Bu davranıştaki insanlar karakollara alınarak yaptıkları işten men edilmeye çalışılır. Öte yandan ister dernek, vakıf ister medya, şirket isterse program yapımcısı olsun, özellikle TV programlarında, bir kör ya da tekerlekli sandalyede engellileri TV ekranlarından halkın karşısına çıkarıp onlar adına bağışlar toplaması, sokakta dilenen insanla arasında sadece meblağ farkı olmasına rağmen meşru sayılmaktadır. Daha sonra toplanan paraların harcandığı yerleri ne takip eden, ne de bu paraların nerelere harcandığını soranları dikkate alan bulunmamaktadır. Hatta bu tür ‘ekran üzerinden yapılan dilencilik’ organizasyonlarına, bazen belediyeler önemli bağışlarda bulunurlar(geçtiğimiz günlerde kör bir engellinin ön plana çıkarılması ile yapılan ‘ekran dilenciliği’nde bir çok belediye önemli miktarlarda bağışlar yapmışlardır) oysa ki belediyelerin ayırım yapmaksızın tüm engelliler için her türlü mimari engelleri kaldırmaları için kendilerine yasa tarafından verilen sürenin dolmasına yaklaşık 4 yıl kalmıştır. Vatandaş cennetin anahtarını, diğer kurumlar yükümlülüklerini ucuza getirmek hesabında olmamalıdırlar.

Çağdaş yaklaşım ise insanların ‘vicdani yaklaşım’ duygu ve düşüncelerini reddetmez; ancak insanların sorunları ve gereksinimleri karşısında sorumluluğu ağırlıklı olarak kamuya (sosyal devlete) yükler. Bu sorumluluk ise tek tek bireylerin, grupların, toplulukların farklı nedenlerden kaynaklı ve tümüyle kendi inisiyatifleri, içinde gerçekleşen ‘iyilik yapma’ dürtülerine bırakılamaz. Bunları bir hak olarak tanımlıyorsak, hakkın yerine getirilmesinde bir de ‘muhatap’ bulunmalıdır; o da devletten başkası değildir. Bu anlayışla bakıldığında, devleti sosyal sorumluluklarından uzaklaştırma ve yerine ‘sivil toplumu’ ikame etme yönünde son yıllarda giderek artan çabaların özünde çağdaşlık karşıtı çabalar olduğu hemen fark edilecektir.

‘Kimsenin yarın engelli olmayacağını garanti edemeyeceği’ gerçeğinin sık anımsatılması üzerine bina edilen, korkuya dayalı davranışlar yerine; başkalarına karşı da sorumlu olduğumuz bilinci konulmalı ve bu bilincin gereği olan kamusal sorumluluklar yerine getirilmelidir.

Anayasamızın ikinci maddesi Türkiye Cumhuriyeti'nin ‘demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti’ olduğunu belirtmektedir. Sosyal devlet; yurttaşlarının sağlık, eğitim, istihdam, sosyal güvenlik gibi temel gereksinimlerini karşılamayı anayasal bir yükümlülük olarak üstlenen devlettir. Eğer devlet, bu anayasal yükümlülüklerini yeteri kadar yerine getirmez ve sakatlığı doğuran koşulları ortadan kaldıramazsa, sakatlıktan kaynaklanan yoksunlukları ve sıkıntıları tazmin etme yükümlülüğü vardır. Bu yükümlülük ona, yine anayasa tarafından verilmiştir. Bunlar da maddi muafiyetler ve destekler olarak uygulanmaktadır. Bu uygulamaların da ayrıca, Anayasanın eşitlik ilkeleri ile ayrımcılık karşıtı hükümlerine uygun olması gerekir. Örneğin; Sosyal devlet, bütün engellileri üretken ve iş sahibi kılarak onlara, insan onuruna yaraşır bir yaşam standardı sağlamalıdır. Ancak bunu gerçekleştiremiyorsa, onların yaşamlarını sürdürebilmesini sağlayacak bedeli tazminat olarak ödemek durumundadır.

ENGELLİ KESİM ve SOL İDEOLOJİ

Engellilerin karşı karşıya kaldığı ayrımcılık, en başta maddi kaynakların kullanımında kendisini göstermektedir. Nüfusun %12-13’ünü oluşturduğu sanılan engelliler, ulusal gelirin sadece on binde dördününden yararlanabilmektedir. Engelli nüfusun sadece %2,5’u eğitilebilmektedir. %1’i istihdam edilebilmektedir.

Nüfusunun artmasını değil, azalmasını isteyen ender toplum kesimlerinden biri, belki de en baştakidir engelliler. Engellilerin en önemli isteklerinden birisi sakatlık kaynaklarının kurutulması; hastalıkların önlenmesi, tıp biliminin gelişmesi, teknolojik gelişmelerin yaşamı kolaylaştırılırken güvenli ve tehlikesiz kulanım sunması, savaşların yeryüzünden silinmesidir. Savaşların gerçekten en samimi karşıtları engellilerdir. Savaşların geride bıraktığı en büyük maliyet engellilerdir.

Bilim, sakatlığa yol açan nedenleri ve önleme yollarını doğru bir biçimde saptamamıza olanak vermekte; teknoloji, engelliliğin yol açtığı organsal ya da işlevsel kaybı ortadan kaldırarak engelliliği basit bir fiziksel özelliğe indirgemenin koşullarını yaratmaktadır. Toplumun eğitimi, bilinçlenmesi ve çağdaşlaşması, engellilere karşı olan tüm yanlış değer yargılarına ve negatif ayrımcılığa son vereceği için engellilerin önündeki toplumsal engelleri kaldırmaktadır. Engellilerin, toplumun geriye kalan kesiminin sahip oldukları hak ve olanaklardan, ulusal zenginlikten eşit olarak yararlanmak istemesinin, ‘insan hakları ekseninde, insancıl istem’ olduğunu söyleyebiliriz.

Şüphesiz; hümanist, insancıl bakış, sol düşüncenin olmazsa olmaz şartıdır. Irkçılık, her türlü ayrımcılık, zorbalık sol düşünce ile bağdaşması mümkün olmayan eylemler ve tutumlardır. ‘Özgürlükler’, ‘uygarlıktan bütün insanların yararlanması hakkı’ gibi değerleri benimsemeyen bir sol düşünce, temelini insana saygıdan almayan solcu bir tutum, bir eylem düşünülemez. Ne var ki, günümüzde dahi sol düşünce engellilerin karşılaştığı ayrımcılığı, yüz yüze kaldığı zorbalıkları fark edememiştir. Alan halen din etkisinde ve sağ düşüncenin ve buradan beslenen kapitalizmin, sömürücülerin elindedir.

Engelliler için düzenlenen yasalar, ve uygulamalarında kapitalist sistemin asli unsuru olan sermayenin korunduğu ve gözetildiğini söyleyebiliriz. Bu maddelere dayanan yorum ve uygulamaların bile insan haklarına uygunluğunun tartışmalı olduğu örnekler bulunmaktadır. Üstelik yasa ile tanınan haklar, bir başka yasa ile geri alınabilmektedir. İşsiz ve bakıma muhtaç engellilere ödenen eski aylıklar geri alınmaktadır. Engellilere tanınan emlak vergi muafiyeti geri alınmaktadır. Sağlık yardımları geri alınmaktadır. Çevre mimari düzenlemeleri göz ardı edilmektedir.

Toplumun %12’sinden fazlasını direkt ilgilendiren sosyal boyutları olan sorunlar aslında toplumun tümünü ilgilendirmektedir. Siyasal platformda, solu temsil eden hiç bir STK ve partinin konu ile ciddi boyutlarda ilgilenmediği söylenebilir. Engellilerle ilgili sorunların, engelliliğin ‘kader’, ‘yazgı’, ‘Allah vergisi’ gibi din eksenli düşüncelerden uzaklaştırılamaması, sol ideolojinin soruna sahip çıkmamasına yol açmaktadır.

BİTİRİRKEN

Engelliler, ‘tanımlı’ bir çıkar grubudur. Çoğulcu demokrasi, farklı toplumsal çıkar grupları arasında ideal bir denge oluşturmaya çalışan sistemdir. Ancak engelliler diğer çıkar grupları gibi baskı grubu olamamıştır. Baskı grubu olabilmesi için kendi hak ve çıkarlarının farkına varmaları, örgütlenmeleri, kendilerini toplumsal bütünün içinde hissetmeleri, hak ve çıkarları konusunda mücadele etmeleri gerekmektedir.

Öncelikle toplumun her kesiminin farkına varması gerekir ki; engellilik, dinsel ve geleneksel değer yargılarının sürekli empoze etmeye çalıştığı gibi bir alınyazısı, kader değil, bütünüyle toplumsal bir olgudur. Engellilik, aynı zamanda sınıfsal bir olgudur. Engellilerin ezici bir çoğunluğu (özellikle geri kalmış ülkelerde) yoksul sınıf ve tabakalara mensupturlar. Zengin sınıflarda engellilere son derece az rastlanmaktadır.

Toplumsal bir olgu olan engelliliğin ortaya çıkışında, gerekli önlemleri almayan ve toplumsal koşulları yaratmayan devlet birinci derecede sorumludur. Devlet, kendi ihmalinden ve yükümlülüklerini yerine getirmemesinden doğan zararları tazmin etmek zorundadır. Engellilerin yaşamı iktidarların siyasal önceliklerinden ve tercihlerinden doğrudan doğruya etkilenmektedir. İşte bu yüzden, engellilerin hakları uğruna yürüttükleri mücadele, politik bir mücadeledir. Engellilerin kitle örgütleri de, onların mücadelesine sahip çıkmalıdır.

Engelliler; özgür, eşit ve barış içerisinde yaşayabilecekleri bir toplum ve ortam özlemindedirler. Bu istem, toplumun tüm ezilen kesimlerince paylaşılmaktadır. Özgürlük, eşitlik ve barış gibi kavramların engelliler için ifade ettiği derin ve özel anlam, hiç bir toplum kesimiyle kıyas kabul edemez. Özgürlük, bir başkasına bağımlı olmama duygusunu bir engelli kadar derin hisseden başka insan olabileceğini düşünülemez. Toplumdaki dayanışma ve yardımlaşma ile kendi kendine yeterli olabilme karşılaştırılamaz duygulardır. Bugün engelliler yaşamın tüm alanlarında olumsuz ayrımcılığa tabi tutulmaktadırlar. Onlar hakkında son derece yanlış değer yargıları oluşmuştur. Çoğunluğa göre ellerinden hiç bir iş gelmeyen, daima korunmaya muhtaç, zavallılar ya da olağanüstü yetenekleri olan tanrısal varlıklardır. Toplum genellikle engelli insan karşısında iki yüzlü ve çifte standartlı davranmaktadır.

‘Bir tane insan hakkı ihlali vardır, o da kişiye farklı davranmaktır.’ İoanna Kuçuradi

Avni ARIKAN
Mart 2008, Ankara

Geri Dön


İçeriğe geri dön | Ana menuya dön